AMED - 2024'te birçok kültürel etkinlik yasaklanırken, Kürtçe şarkılar eşliğinde halay çekmek gözaltı ve tutuklamaya gerekçe yapıldı. Buna rağmen üretimlerini durdurmayan sanatçılar, örgütlenme alanlarını genişletti.
Türkiye’de 2024 yılında kültür ve sanat alanında yaşanan gelişmelere baktığımızda öne çıkan ilk başlık bir kez daha yasak ve sansür oldu. Özellikle Kürt kültür ve sanatına her faaliyet yargı kıskacına alınarak, kültürel faaliyetler “milli güvenliğe tehdit" gerekçesiyle yasaklandı. Kürt sanatçıların katıldığı konserler dava konusu oldu, onlarca konser ya belediyeler tarafından iptal edildi ya da kaymakamlıklar tarafından yasaklandı, tiyatro oyunlarının sahnelenmesi engellendi.
Yılın en “ilginç” yasakları ise, düğünlere yönelik olanlar oldu. Birçok düğüne baskın düzenlendi, çalınan müzikler ve giyilen kıyafetler, sallanan mendilin rengi gerekçe gösterilerek gözaltı ve tutuklamalar yapıldı. Birçok kentte izne bağlanan düğünlerin müzisyenleri de tutuklandı. Kimi kentlerde düğünlere bayrak asma dayatması getirildi.
Yine kitaplar hakkında toplatma kararları öne çıkan başlıklardan oldu. Polisler, Amed Kitap Fuarı başta olmak üzere birçok alanda kitap avına çıktı. 100'ün üzerinde kitap hakkında toplatma kararı verildi.
Tüm bu yasaklamaların karşısında büyük bir direniş de gelişti. Birçok yeni kültür kurumu açıldı. Egidê Cimo Akademisi, Çand Ma, Jinart gibi birçok sanatsal faaliyet yürüten, çocuk ve gençlere eğitim veren alanlar oluşturuldu. Kayyımların elinden alınan belediyelerde kültür sanat birimleri yeniden özüyle buluşturuldu. Birçok kentin belediye tiyatro sahnesinde yeniden Kürtçe yükselmeye başladı, alanlarda ve parklarda düzenlenen etkinliklerde bu toprakların kültürleri halkla buluştu. Kürdistan kentlerindeki festivaller yeniden düzenlenmeye başlanırken, ilk kez Amed’te Kadın Tiyatro Festivali düzenlendi.
Sanatsal anlamda mücadelenin daha fazla toplumsallaştığı süreçte büyük bir ortaklaşma yakalandı. Türkiye’nin her kesiminden sanatçının katılımıyla Özgürlük İçin Sanat İnisiyatifi oluşturuldu. Ortak mücadele anlamında forumlar düzenleyen etkinlik toplumsal birçok soruna dair sanat alanından doğru sözünü söyledi.
Kültür ve sanat alanının 2024 yılını, Kadın Kültür Sanat ve Edebiyat Derneği yöneticilerinden ressam Neşe Toprak, tiyatro sanatçısı Ömer Şahin, müzisyen Ferhat Ertaş ve sinemacı Mazlum Baran ile konuştuk.
Kültür ve sanat alanının 2024 yılına baktığımızda öne çıkan şey “yasaklama” oluyor. Kültür ve sanat gibi insanın ve toplumun yaşamı ile özgürlüğüyle bağlantılı bir alandan söz ediyoruz. Böylesi bir alanın yasaklamalarla daraltılmaya çalışılması ne anlama geliyor?
Kendi muhalif kimliğinizi kitlesel medya araçlarıyla, ya da kendi yaptığınız sanat ürünleri yoluyla ulaştırmaya başladığınız andan itibaren hedef oluyorsunuz.
Neşe Toprak: Toplumların en temel taşı aslında kültür ve sanatıdır, dilidir. Bu noktada üretimler oldukça çok güçlü bir alandır. Kürt halkına baktığımızda yüzyıllardır zaten bir mücadele söz konusu ama özellikle Bakur’da yok sayılma, asimile edilme politikası güdülüyor. Kürt halkının 50 yıllık bir mücadele, sahip çıkma, savaşama bu şekilde kendi halkını, dilini, kültürüne sahip çıkma süreci var. Ondan kaynaklı bu süreçte de kültür ve sanat en temelde de dili koruma ve bunun üzerine üretimler yapma da sanatçılarla gelişti. Bundan kaynaklı 90’lardan da ele alırsak yapılan şarkılar, tiyatroların kurulması, sinemanın bir şekilde Kürt kültürünü canlandırmaya yönelik bir görev üstlendi. Son süreçte de özel savaş politikaları devreye giriyor. Bakur sahasında yapılan etkinlikler, tiyatrolar, sinema, müzik, eylemleri etkinlikleri getirip senin zıttın bir şekilde halkınla buluşturuyor ama bunu kendi diliyle, Türkçe yapıyor.
Ömer Şahin: Özellikle Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğundan bu zaman geçen süreçte öyle bir bakış açısı oluşturulmuş ki Kürtlerin özgürlüğü Türkiye’nin beka durumu haline gelmiş. Kürtlerin özgürleşmesini devlet ideolojik olarak kendisinin bitmesi olarak ele alıyor. Bu bakış açısı hiçbir zaman değişmedi. -Dönemsel olarak bazı politikalarda değişiklik olmuş olabilir- Direkt tiyatro oyunları yasaklanmaya, konserler iptal edilmeye başlandı. Dil kurumları kapatılmaya başlandı. Belediyeler kayyımlar eliyle gasp edildi. Ve biz 2024 yılını da böyle bir durumda geçirdik. Bu bir yıl süresi içerisinde de devletin kendi aklıyla böyle bir uygulamalar silsilesine maruz kalmış olduk. Devletin burada şöyle bir ilginç yaklaşımı var; çok fazla merkezi halk kitlelerine hitap etmediğiniz sürece kendilerince bir tehdit olarak görmüyorlar. Ne zaman ki yaptığınız işler, sinema, müzik, tiyatro olsun daha merkezi kitleye hitap edip özellikle medya araçlarıyla kitleselleştiği zaman o zaman devletin bu refleksi devreye giriyor.
Toplumsal bir şey yapınca mı yasaklama ortaya çıkıyor?
Ömer Şahin: Kendi muhalif kimliğinizi kitlesel medya araçlarıyla, ya da kendi yaptığınız sanat ürünleri yoluyla ulaştırmaya başladığınız andan itibaren hedef oluyorsunuz. Bizim özellikle son bir yıl içerisinde karşılaşılan bütün yasaklamalar, engellemeler tabanını burada alıyor.
Özel olarak da baktığımızda Kürt kültürüne yönelik ciddi bir yasaklama hali mevcut. Konserler yasaklandı, tiyatro gösterimleri yasaklandı, hatta sadece yereldeki devlet yetkilileri değil bizzat bakanlık üzerinden bile Kürtçe tiyatronun yasaklanması “milli güvenlik” ile açıklandı. Kürtçe bir oyun “milli güvenlik” için nasıl bir tehdit oluşturabilir?
Mazlum Baran: Milli güvenliğe değil de önce ulus devlete tehdit oluşturuyor. Cumhuriyetin kuruluşuyla başlayan bir baskı durumundan bahsediyoruz. Cumhuriyetin kuruluşu biraz bu halkların yok edilmesi üzerine kurulduğu için, ulus devlet olduğu için aslında bu durumda diğer halkların hepsinin devlet bayrağını kaldırması için diğer halkların ölülerine basman gerekiyor. Biraz da yaşanan bu oldu. Halklar mozaiğiydi bu coğrafya ama ulus devlet kurulduktan sonra halklar, kültürler mezarlığına döndü aslında. Katliamlarla, soykırımlarla tek tip bir ulus yaratılmaya çalışıldı. Hala devam ediyor. Tesadüf değil tam 100 yıl sonra bu suni sınırlar anlamını yitirdiği, ulus devletlerin projesinin tutmadığı süreçte baskıların bu kadar artması anormal bir şey gibi gelmiyor bana. Tehdit aslında devlete, ülkeye değil ulus devlete bir tehdit oluşturuyor. Yüz yıldır tek dil, tek ulus, tek bayrak üzerine inşa ediliyor. Artık tutmadığının farkında. Günden güne artık haritalar değişiyor, yönetimler, sistem değişiyor. Bu tehlikenin farkında oldukları için, bu proje çökmek üzere olduğu için milli güvenlik, beka meselesi haline getiriyorlar. Bu sene ya da son 10 yılla alakalı bir baskı süreci değil. Daha öncesinden daha vahşi, faşist uygulamalarda görebiliriz. Bu ülkede Kürtçe konuşmaya hapis cezası, idam, daha komik, trajik para cezası gibi durumlarda yaşandı. Toplumu parçalamak istiyorsan toplumu yaratan temel öğe kültürdür. Onu parçalaman gerekiyor. Onu yok etmediğin sürece toplumu denetimin altına alamazsın, onu yok edemezsin. Bu savaş biraz da bunun savaşıdır. Ama güçlü bir kültür olduğu için bu şekilde ayakta kalan, direnen bir kültürde söz konusu. Son 10 yıllık süreçte o savaşların, katliamların devamı olarak, fiziki yok etme bir kültürü yok etmeye yetmiyor. Kültürü yok ettiğinde bir toplumu yok edebilirsin bunun farkında oldukları için yine yüzüncü yılına girerken oluyor bunlar. Onun önünü almaya çalışmalarından kaynaklı kaygılardır.
Ferhat Ertaş: Bugün görüyoruz tiyatro, konser yasaklanıyor. Sinemaya sansür uygulanıyor. Basının kameraları elinden alınıyor, çalışanları şehit ediliyor. Her gün bununla yüz yüzeyiz. Bu da ulus devlet fikrinden kaynaklanıyor. Sen kültürü geliştirince bu ulus devleti geriletiyorsun. Amaç ‘Kürt annesini görmesin’ meselesidir. Bir halkı yok edeceksen önce kültür ve sanatını yok etmelisin. En kolay yoludur. Son zamanlara bakıyorsun bunlara karşı bir direniş ortaya çıktı.
Düğünlere getirilen yasaklama ve baskınlar da ayrı bir gündem. Düğünlere baskın düzenlendi bazı düğünlerde düğünü düzenleyen aileler, düğün müzisyenleri gözaltına alındı. Bazı kentlerde düğünler için emniyet izni, bayrak asma izni gibi durumlar gelişti. Bir toplumun, halkın bir araya geldiği iki temel noktadan söz ediyoruz; yaslar ve düğünler. Böylesi temel bir kültüre yönelik saldırıyı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Faşizm hayatın böyle her evresine elini uzatmak, müdahale etmek istiyor. Tam bahsettiğimiz gibi toplumu parçalamaya dönük girişimlerdir, saldırılardır bunlar.
Ömer Şahin: Mezar yerlerinin tahrip edilmesi, düğünlere olan saldırılar; hastalıklı aklın geldiği nokta. Bir insan ölmüş gitmiş yani. Ben çok büyük bir düşmanım var. Ben onun canlıyken düşmanıyım. O öldükten sonra toprakla bir oluyor. Doğanın bir parçası oluyor. Benim annem Kürtçe dışında dil bilmiyor kendi düğününde benim annem nasıl Türkçe eğlenecek? Aslında bu, bu durumun ne kadar vahim noktaya geldiğini gösteriyor. Bizim coğrafyamızda sadece Kürtler yok, Türkler, Araplarda var her ne kadar azsa da Süryani ve Ermeni’ler de var. Coğrafyayı doğru ve insani temeller üzerinde yaşayabilmenin formülünü aramak lazım. Ki bu formülde bir şekilde öneri olarak duruyor, insanlar bir şekilde bunun içinde var olmaya çalışıyor ama bu hastalıklı durumdan kaynaklı önümüze gelen reçetelere, önerilere de ne kadar düşmanca yaklaştığımızın göstergesidir bunlar ve üzücü. Bugün Türkiye Cumhuriyeti içerisinde hangi etnisitede, hangi sosyal sınıf içerisinde olursa olsun insanların mutsuz olmasının temeli bu. Bakış açısındaki değişikliğin ortadan kalkmasına bağlı. Bunun içinde mücadele etmek lazım. Bunun için inadına sinema, tiyatro, müzik, konser yapmak lazım. İnadına çocuk yetiştirmek lazım, gençlerin bu alanda kendilerini sağlıklı ifade edebilecekleri alanlar yaratmak lazım. Bizim vermeye çalıştığımız mücadele genel olarak bu.
Neşe Toprak: Bir eylem etkinlik, toplumsal bir duruma geldiği zaman rahatsız ediyor. Halayımız, düğünümüzde toplumu bir arada toplanıp eğlenme sürecidir, bir ritüeldir, gelenektir. Düğünde çalınan şarkılarla, oynanan halaylarla tekrardan kimliğine sahip çıkma durumu söz konusu oluyor. Ben düğünlerde söylenen şarkılara eşlik etmek, halaya dahil olmak benim kendi Kürt kültürümü sahiplenme gücü veriyor. Bu noktadan saldırı olduğunu düşünüyorum.
Mazlum Baran: Toplumsallığı en yoğun yaşadığımız yerlerden biri de düğündür, yastır. Dedik ya sadece sanatsal argümanlara değil kültürel öğelere de savaşlar açılmış durumda. Düğünler bunun en göz önündeki örnekleri. Söylediği şarkı, giydiği kıyafettir. Faşizm hayatın böyle her evresine elini uzatmak, müdahale etmek istiyor. Tam bahsettiğimiz gibi toplumu parçalamaya dönük girişimlerdir, saldırılardır bunlar. Düğün, yaş bunlar 60 bini geçmiş gelenekler, ritüellerdir. İlk klanlardan bu yana gerçekleşen ritüellerdir ve günümüze kadar kendini var ediliyor. Her oyunun 2 bin 3 bin yıllık bir hafızayı canlandırıyor, diri tutuyor, gösteriyor. Belki de toplumun en sıkı olduğu bir diğer alanda yaslardır. Bu gelenekleri görüyoruz. Yasta ortaya çıkan komünler, ruh, değerleri savunan, canlı tutma durumları ortaya çıkıyor. Saldırı basit bir şarkı söylemiş, saldıralım değil. Amed’de Ankara havası meselesi var. Bu yozlaşırsa, geçmiş hafızaya bir saldırı olacağı için toplumsallığı bu şekilde parçalayabileceğini biliyor bunu da böyle değerlendiriyor.
Ferhat Ertaş: Şuan çocuklara baktığımızda hangi çocuk bizim çocukluğumuzun oyununu oynuyor? Hiçbiri. Ben 10 yıl öncesine bakıyorum oynadığımız oyunları saymakla bitmiyor. Dikey mimariyle gerçekleşen bir toplumsal kopukluk var. Sur’a baktığında Sur’da oynanan oyunla Diclekent’te oynanan oyun aynı değil. Bu bilerek isteyerek yapılan bir durum. Ben Amed’e geldiğimde çok tuhafıma gelmişti. Bir gün boyunca halay çalıyor, govendler tutuluyor ama sadece 3 oyun. Birçok oyunumuz var ama unutulmaya yüz tutmuş, bu kadar mı Amed’de oyun var diyorum. Sonra anlıyorsun ki devletin son dönemde çıkan yasaklarıyla, çiftetellisiyle, Ankara Havası ile içimizdeki insanlar bile artık onu oynamaya başladı. Böyle bir yozlaştırma, böyle bir kendi kültüründen, geleneğinden koparılma durumu var. Bu daha sonra öze dönüş ya da direniş dönemlerinde dile getirilir.
Belediyelerin kayyım elinden alınmasıyla kentlerde bir öze dönüş durumu yaşandı. Yine kültür alanında birçok yeni kurum açıldı. Bu saldırıların karşısında direniş halini de bu gösteriyor. Tüm bu baskıların karşısında yeniyi kurmanın nasıl bir heyecanı var?
Mazlum Baran: Foucault söylemişti; “Baskının olduğu her yerde direniş de olur.” Bu çok eskidir. Uygarlıktan bu yana süregelen bir şeydir. Uygarlık dışı güçlerle ve uygarlık güçleri sürekli çatışma içerisinde. Baskı olur, faşizm olur her zaman karşısında direniş olur. Kimi zaman söner belki kimi zaman daha sessizleşir durulmaz olur ama sürekli direniş hali vardır. Açığa çıkan durum budur. Hiç nefes alamadığı durumlarda meydana çıkıp bir konser düzenlenemediği faşizm koşullarını gördük son süreçlerde. Bir film gösterimi yapılmıyor, bir parkta etkinlik yapılamıyor. Bir düğünde, kapalı mekanda da olsa buna karşı bir direniş öğeleri olur. Bu ağır faşizm koşullarında bu direniş sürekli oldu. Yerel yönetimlerin varlığı bu tarz faaliyetler için ciddi olanaklar sağlıyor. Zaten kayyım politikasını kültürel saldırının bir parçası olarak düşünüyorum. Nedir Kürtçe bir kreş bir yerde açılmasın diye Batman’da kenar mahalledeki bir Kürtçe kreşi de bekaya saldırı olarak değerlendirebiliyor. Ama buna karşı kültürel direnişte sürdürülebiliyor.
Neşe Toprak: Kürdistan’a yoğun baskıdan sonra kayyım atanan bir süreç oldu. Bu da kültür, sanat ve dilimize yapılan bir darbeydi. Bir bölge için yerel yönetimler önemlidir. Yerel yönetimlerle hareket ettiğimizde birçok noktada sesimizi duyurabiliyoruz ya da etkinliklerimizi yapabiliyoruz. Bunun üzerine bir darbe söz konusuydu. Bizde bu kayyımlara karşı halkla birlikte alternatif arayışlara girdik, bunu asla kabul etmedik. 9 yıl önceki süreçte Ma Muzik açıldı, Şanoya Bajar a Amedê, alternatif olarak yoluna devam etti. Sinema devam etti. Bizde özgünleşmeye giderek kadın kurumumuz açtık ve burada tamamen anadilde eğitimlerimize devam eden bir süreç bizde başladı. Bugüne kadar heyecanlı mı diye sordunuz evet bu heyecan devam ediyor. Bu noktada güçlü olduğumuzu düşünüyorum.
Ferhat Ertaş: Yerel yönetimlerin çocuklara ulaşmak, halka hizmet sunmak konusunda imkanları tartışılmaz. Onlar bir mekan kapattılar biz 4-5 mekan açtık. Bu mekanların o baskılara o yok saymaya karşı ürettikleri eserleri ya da verdikleri eğitimlerle bir başarıya ulaştığını düşünüyorum. Bu süreç elbette ki zorlu geçti, sancılı bir süreçti. Sinemasından müziğine, resminden tiyatrosuna, basınına kadar her alanda sancılı süreci atlattık. Bunu, panzehrini ortaya koyaraktan, müzik alanında 0-5 yaş nasıl ki asimilasyon politikaları anne karnından başlıyorsa, çocuk duyumundan başlıyorsa bizde müzik eğitimini 0-5 yaş müzik kategorisine aldık ve okullaştırdık. Bizim kazanımlarımıza nereden saldırılıyorsa oradan tutup mücadeleyi büyüttük. Ne kadar faşizm zor olsa, seni yok sayma, bitirmeye yönelik saldırılar gelişse de bunun akabinde arkadaşın dediği gibi ‘ her isyan kendi isyancısını doğurur’ böyle bir mücadeleyle bugünlere geldik ve bu mücadele daha da büyüyor ve büyüyecek.
Ömer Şahin: Yaşama içgüdüsü bizde çok ağır basan bir duygu. Belki bütün dünya toplumlarında vardır ama belli bir bilince ulaştıktan sonra kendi içimizdeki yaşama içgüdüsünü enerjiye dönüştürmeye başladığımız zaman dünyada kazanılamayacak hiçbir şey yok. Fransız Devrimi’ni de bununla yaparsınız, bununla Almanya’da bir tiyatro izlemekten çıkıp bir devrim de yapabilirsiniz. Bu tamamıyla kendi yaşama içgüdünüzü ideallerinizle birleştirme ile ilgili bir şey. İki üç tane tiyatro grubu vardı eskiden kayyımlardan sonra Kürtçe tiyatro yapan 10 grup oldu. Devlet aslında her yaptığıyla bir nevi kendi ayağına sıktı. Bir yandan Kürtlerin kurumsallaşmasını engellemeye, devlet imkanlarını kullanmaması için mücadeleye yelteniyor ama bir yandan bir bakıyor ki etraf bambaşka alternatif durumlar yeşermiş. Ona yönelirken bir yandan başa bir şey patlak veriyor. Bir fikir engellenmez ki. Bir fikri ya da toplumun bakış açısını senin mahkeme kararlarıyla, tankla, topla engelleme durumun olamaz. Bir şekilde akıp gelen seli kendi imkânlarıyla önünü almaya benzer bir şey.
Kültür-sanat çalışmalarındaki direnişten söz ettik. Bu meselenin bir de örgütlü mücadele ayağı var. Yıl içinde Özgürlük İçin Sanat İnisiyatifi kuruldu. Sadece Kürtler değil, Türkiye genelinde bir örgütlenme ağı. Bu örgütlenme ağını oluşturmak sizin için ne anlam ifade ediyor?
Sanat üretiminin kendisine zarar verdiğini düşündüğü için bir yasaklama, sansürleme söz konusu. Burada da ortak bir nokta çıkıyor o da örgütlülük. Örgütlülük insanı güçlü kılar
Mazlum Baran: Faşizm bir coğrafyayla sınırlı kalmaz. İktidar dediğin şey sürekli yayılma biçimini arttırmak ister. Amed’de böyle trilyonlarca para harcayarak festival düzenlerken, batıda artık konser yasakları başladı. Sansürler başladı, filmler artık gösterilmiyor. Onları da bir şekilde dönüp vuruyor. Salt değil bizim meselemizde değil bir yerde. Ulus devlet genelden kaynaklı faşistçe saldırı olabilir ama dönüp kendi halkına da aynı saldırı girişimi başladığı yer. Faşizm yayılıyor diyebiliriz. Salt Kürt sanatçıların sorumluluğu ya da onlara karşı bir saldırı da değil. Onlar da Türk sanatçılar, demokratik sanatçılarda etkileniyor bundan. Nasıl Kürdistan’da kendi Kürt’ünü yaratmaya çalışıyorsa, batıda kendi sanatçısını yaratma girişimleri var. Muhalif olan, karşısında duran, özgür düşünce sahibi bireyler, sanatçılar da birer birer düşman olarak görüyor. Zaten sanatçılar tüm toplumu savunmak gerek şiarıyla hareket ettiği için, o iktidara birebir düşmandır. İktidarla düşmandır. İster istemez yapı olsun, düşünce olsun, sanat olsun insanlar ötekilere ihtiyaç duyar, bir örgütlenme zorunluluğu hisseder. Zaten bahsettiğimiz hem bu ulus devletler hem de kapitalist modernitenin istediği şey toplumu parçalamak, bireyler yaratmak aslında. Bireyler dediğim, özgür bireyler değil. Kontrol edilebilmesi için darmaduman edilmiş, desteksiz tek başına bireyler yaratmak gibi kaygısı var. Buna karşı durmak isteyen her kişi, aydın, sanatçının örgütlenme gibi bir zorunluluğu da ortaya çıkıyor. Bir kişi tek başına karşı duramaz bu sisteme karşı örgütlenme ihtiyacı duyuyor insan. Ki Özgürlük İçin Sanat İnisiyatifi içinde böyle bir zorunluluğun yarattığı bir örgütleme oldu diyebiliriz. Dayanışma, birbirini destekleme açısından ortaya çıktı. O kadar bir aşamaya geldi ki Türkiye’nin en büyük festivali bile sansürden kaynaklı iptal edile bilinir noktaya geldi. Korkunç bir şey bence. Festival kalmadı. Festivaller biraz daha özgür bulduğumuz alanlar. Bağımsız filmlerin gösterimini bulduğu yerlerdir. Onlar bile bu kadar bulaştıysa iktidara ve iptal edilecek noktaya geldiyse korkunç bir şey işaret ediyor. Bu tüm sanatçıları da buna karşı durmaya, örgütlemeye çağırır. Bence böyle bir zorunluluğun ya da faşizm, baskının getirdiği şey dediğimiz gibi faşizm varsa, karşısında da bir şekilde direniş te olur, örgütleme de olur. Bu anlamda çok değerli bulduğumuz çalışmalardır diyebiliriz.
Neşe Toprak: Sanatçı olmak demek rahatsız olduğu bir sisteme karşı durmak demektir. Özgürlük İçin Sanat İnisiyatifi’nde tabii ki sadece Kürt sanatçılar değil, Türkiye’deki bir çok sanatçının da yer aldığı bir inisiyatif. Bu da gösteriyor ki, evet Kürtlere zaten bir saldırı var dili üzerinden ama diğer kendi sanatçılarına da tamamen yaptığı işi rahatsız edici görme, sanat üretiminin kendisine zarar verdiğini düşündüğü için bir yasaklama, sansürleme söz konusu. Burada da ortak bir nokta çıkıyor o da örgütlülük. Örgütlülük insanı güçlü kılar. Bundan kaynaklı da bileşenler Kürt sanatçılarıyla birlikte hareket etme ihtiyacı duyuyorlar. Gerçekten bu noktadan da baktığımızda Kürt sanatçılarının direnişi diğer sanatçılara da umut ışığı oluyor. Bu nedenle bir şekilde bağ kurabiliyorlar Kürt sanatçılarla.
Ömer Şahin: Hem bir şekilde sanatçıların ortak hareket etme duygusunu ön plana çıkardığı için hem de bir şekilde yanlışları özgürce dile getirecek bir platformun oluşabilmesi adına bence önemlidir. İçinde akademisyenlerde var. Sanatçılar ve akademisyenlerin bütün dünyada belli bir misyonları var. Siyasetçiler, din adamları statükoyu sever. Ama sanatçılar yaşamın gelişir olduğunu görür sürekli yeni ihtiyaçların olduğunu görürler buna göre yeni öneriler sunarlar, yeni çıkış noktaları önerirler. Türkiye’de biz çocukluğumuzdan beri biliriz niye sanatçılar ve akademisyenler sürekli işlerinden atılır, sürekli baskıya maruz kalır. Belli bir özgürlük alanını yaratabilme amacıyla gelmiş olan insanlar bizim için umut ışığı oluyor. Çünkü bazen gerçekten çok yalnız hissediyorsunuz kendinizi. Bazen ben evde televizyon izlerken Kürtlerin bütün dünya tarafından kaderine terk edilmiş olduğunu hissediyorum. Bu duygudan bizi çıkarabilecek, bu anlamda biz gerçekten insani bir mücadele veriyoruz, bu dünyanın daha güzelleşmesi için mücadele veriyoruz. Umuyorum ki bu tür sanatçı örgütlenmeleri toplumda daha fazla yer alır. Daha geniş kitlelere hitap eden çalışmalar örgütlerler, çalışmalarını devam ettirirler benim umudum bu.
Ferhat Ertaş: İnisiyatif’in kuruluşunda bir sözü vardı: “Başlangıçta eylem vardı” Yola çıkmış akademisyeninden sinemacısına her alanda bir araya gelmiş, dertleri olan bir örgütlenme. Var olan bir haksızlığa karşı bir eylem, örgütlülüğü gerektirir. Bütün halklara, kitlelere hitap eden bir inisiyatif. Kürt’ün de derdini, yaşantısını, karşılaştığı sorunları açıkça ortaya koyabileceği bir inisiyatif. Özgürlüğe, eşitliğe hizmet edebilecek her örgütlülük yaşamalı ve yaşatılmalı.
Sanatçılar olarak son yıllarda daha fazla toplumsal eylem ve etkinlikler üzerine söz kurmaya başladınız. Sanatın toplumsal anlamdaki sorunlara mücadeleye katkısı bundan sonra nasıl olabilir?
Neşe Toprak: Sanatçı ya da sanata emek veren kişi toplumdan kopuk olamaz. Ben resim sanatıyla ilgileniyorum, ressamın ama benim derdim toplum ve toplumsal sorunlar olmalı. Ben salt resim yapmak istiyorsam kendimi cahil bir ressam olarak nitelendiririm. İyi resim yapan ama toplumdan kopuk. Sanatla ilgileniyorsan, topluma yön veren sanat, sanata da yön veren toplumdur. Birbirini diyalektik olarak tamamlayan bir durum. Demokrat bir insansan hele hele demokrat olup sanatla ilgileniyorsan kendini toplumdan, toplumsal konulardan kopuk değerlendirmemen lazım. Bu noktada tabi ki bir Özgürlük Yürüyüşü olduğu zaman, bir baskı olduğu zaman bir yasaklama söz konusu olduğunda, tutuklanma olduğunda, daha yeni iki gazeteci arkadaşımız Rojava’da katledildi. Bunu dert edindik, olmalı da, orada olmalıyız. Bunun sonucu ne olursa olsun bu noktada rolümüzü oynamalıyız.
Ömer Şahin: Bence çağımızın en büyük sorunu bireyselleşme. Belki ilk etapta bireyin özgürlüğü kulağa hoş gelebilir ama genel anlamda toplumsallık açısından baktığımız zaman bireyselleşmiş olan insanları kitleselleştirme, bunların hepsinin yönünü yanlış bir olguya çevirme noktası çok zor. Kendi halkımızla olan iletişimi ortaya koyma durumuna baktığımızda bununla ilgili özeleştirel yaklaşmak gerekiyor. Sadece var olan kitlesel eylemlere sanatçıların katılımı değil mesele. Elbette sanatçı duyarlıdır, duygu anlamında kendini bir eylemle, bir oyunla ifade eder, bir konserle ifade eder ama bence olması gereken bir şey de kendisindeki bu duyarlılığı halka aktarabilmeli. Bu konuda bence bizim özeleştiri vermemiz gerekiyor. Gün geçtikçe kendi toplumumuzdan kendi kitlemizle aramıza bilerek yapmıyoruz ama duvarlar kuruyoruz. Bunun önünü alacak çalışmalar yürütmemiz gerekiyor.
Mazlum Baran: Sanatçı olmadan önce insan bir toplumun parçasıdır. Kaçınılmaz olan, vicdan sahibi bir insan, toplumun yaşadığı sıkıntıları, her şeyini paylaşır. Sanat denen şey ötekilerle var olan bir şeydir. Mağara resimlerinden tut, ateş başında ötekilere bir şey anlatma kaygısıyla ortaya çıkmıştır. Toplum olmadan sanat tartışılabilir. Resimlerimizi diğerlerine göstermek için, oyunumuzu diğerleri izlesin diye yapıyoruz. O müziği dinleyen olmasa bir anlamı kalmaz. Toplumdan kopuk olması bana aykırı geliyor. Sanat toplumun parçasıdır, onun içinden gelen bir şeydir ve tekrar ona dönendir. O yüzden ‘bir sanatçı toplumdan nasıl bu kadar uzak kalabilir’ diye sormak lazım.
Ferhat Ertaş: Aslında iki taraflıdır. Bir birini büyütür. Sanatçı tiyatroyu, resmi, müziği kimin için yapıyor? Ne için yapıyor? Bir müzisyenin kendisini bir odaya kapatıp kendisi için müzik yapacağını düşünmüyorum. Bir yaşamı var ve bir halka hitap ediyor. Eğer halka karşı bir saldırı varsa, öncelikli tepkiyi sanatçı vermeli. Sanat dediğimiz, içteki duyguların dışarıya yansımasıdır. Sanatçısız bir toplum, toplumsuz bir sanat yok olmakla karşı karşıyadır. Sanatçı halkın dili olmalı. Nasıl ki özgürlük yürüyüşünde sanatçılar yer aldıysa ya da Mardin, Batman ve Urfa’daki kayyum protestolarında yer aldıysa, yer almaya devam etmeli. Eğer tepki verilmezse asıl kayıp orada başlar. Kendi kimliğin önemli değilse kaybetmeye başlarsın, toplum çürüme ile yüz yüze kalır.
Yeni bir yıla giriyoruz sanatçılar olarak yeni yıla dair mesajınız nedir?
Neşe Toprak: 2024 her zamanki gibi direnişle geçti, sanatçı üretimi de bu yönlü oldu. Sanatlar ve hayatın iç içe geçeceği güzelliklerin de yaşanacağı bir yıl temenni ediyorum. Gerçekten her alanda ifade özgürlüğünün oluşabileceği demokratik bir ortam olmasını diliyoruz.
Ferhat Ertaş: Silahları kuşanmaktan çok fikirlerin tartışılacağı bir yıl olmasını diliyoruz. Yani ikiyüzlülüğün bir tarafa bırakılması, daha çok sanatın ve sanatçının konuşması ya da halkın reflekslerine toplumsallık yaratabilecek üretimlerin çoğalacağı bir yıl olması dileğiyle.
Ömer Şahin: Özgür konuşacağımız, fikirlerimizi korkmadan açıklayacağımız bir yıl olmasını istiyorum. “Bunu dersek cezaevine girer miyiz?” demeyeceğimiz bir yıl olmasını diliyorum. Görünen o ki 2025 yılı içinde birçok şeyi barındıracak. Çok kötü şeyler de yaşanabilir ama biz umudumuzu iyi şeylere yönelik tutalım. İnsanların hem kurumsal hem bireysel fikirlerine saygı duyulacağı bir yıl temenni ediyorum.
Mazlum Baran: 2024 yılı gibi yasakların konuşulduğu bir yıldan ziyade, özgürlüklerin olduğu bir yıl olması dileğiyle. Çünkü yasaklar daha çok olursa, direniş de daha çok olacaktır.
MA / Dicle Müftüoğlu