Ercüment Akdeniz *
Avrupa Birliği tarafından 1 Ocak 2021 tarihinde yürürlüğe konan “Yeni Göç ve İltica Paktı”nın yıkıcı etkileri görülmeye başlandı. Mülteci alımında koşulları iyice zora sokan bu strateji, Avrupa’nın genç işgücü açığını geçici sözleşmelerle çalıştırılan ve sonrasında deport edilen mobilize göçmen işçilerle karşılamaya başladı. Deniz ve kara sınırında ise mülteci geçişlerini engellemek üzere adeta adı konmamış bir muharebe başlatıldı.
ABD’nin Irak’ı işgali sırasında (2003) dönemin devlet başkanı George W. Bush, askeri işgali meşru göstermek üzere “önleyici savaş doktrini”ni öne sürmüştü. Bush doktrinine göre “terör kaynağında kurutulmalıydı”. İşgal ve bombardıman 1 milyon Iraklı yurttaşın can vermesiyle sonuçlandı. 21’nci yüzyılın bu ilk çeyreğinde bir amansız savaş da mültecilere yönelik başlamış durumda. “Göçü kaynağında durdurmak” ilkesinden yola çıkan AB’nin yeni göç stratejisi, Bush’un o acımasız doktrinini andırıyor.
AB’nin bu gerici göç politikasını şekillendirip yaymasını sağlayan prototip ülke ise denebilir ki Türkiye oldu. Avrupa ve batı ülkelerine geçişte mülteciler için bir “transit ülke” durumunda olan Türkiye, AB ile AKP Hükümetleri arasında imzalanan “Geri Kabul Anlaşması”nın ardından bir “baraj ülkesi” haline geldi. Kıta Avrupası’na ayak basmadan durdurulan mülteciler, baraj kapağının arkasında biriken göl misali durduruldular. Baraj kapağından filtrelenerek alınacaklar ise bundan böyle kalifiye işgücüne sahip olanlardı. Bugün 4 milyonu Suriyeli olmak üzere milyonlarca sığınmacı/mülteci, Türkiye’de, hem de en az 11 yıldır esaret hayatı yaşıyor. Avrupa için masraf anlamına gelen mülteci karşılama/ağarlama “maliyetleri” de böylece gündemden düşmüş oldu. Ege denizi geçişlere önemli oranda kapandı. Pazarkule’de ve Meriç nehrinde mültecilerin hayalleri AKP-AB politikaları ve yapay bir muharebenin ardından tampon bir bölgeye sıkıştırılıp kırıldıktan sonra Avrupa’ya kara geçişleri de önemli oranda olanaksız hale geldi. Von Der Leyen’in bir askeri komutan edasında, mülteci geçişlerini gaz bombaları, cop ve kalkanlarla durduran kolluk kuvvetlerini sınır bölgelerinde denetlemesi hafızalarımızdan silinmedi.
Ege denizi ve Edirne’de mülteci geçişlerine üstünlük sağlayan AB stratejisi Erdoğan hükümetine 3 artı 3 milyar Euroluk para yardımıyla engelleyici adımlarını perçinledi. Bu adımların ardından gözler “ölümcül rota”ların artış gösterdiği Akdeniz’e yöneldi. Zira mültecileri bir güvenlik sorunu olarak gören bütün yatırımlara, kulakları sağır eden siren sistemi alımlarına, tekne ve bot geçişlerini durdurmak üzere devreye konan Frontex gemilerine rağmen, 2022 yılında Akdeniz üzerinden AB ülkelerine sığınmacı geçişlerinde yeniden sayısal artış tespit edilmişti. Göç ve İltica raporuna göre, 2019 ve 2021'de Akdeniz üzerinden Avrupa’ya yaklaşık olarak 80 bin “korsan” geçiş tespit edildi. 2022'nin ilk 9 ayında ise bu sayı 120 bine ulaştı. Mültecilere karşı deniz muharebesinin yeni alanı belli olmuştu: Akdeniz!
Sadece güvenlik önlemleriyle sonuca gidemeyeceğini anlayan AB yönetimi, Türkiye’de AKP ile olgunlaştırdığı mülteci pazarlıklarını Kuzey Afrika hattında fonlama sistemini yayarak uygulamaya başladı. Öyle ki, raporda “Akdeniz'in AB'ye yasa dışı girişlerde en sık kullanılan rota olmayı sürdürdüğüne” işaret ediliyor ve “geçişlerin büyük bölümünün Libya ya da Tunus” üzerinden olduğu vurgulanıyordu. Ve üstelik geçişlerin sadece yüzde 16’sı Türkiye üzerinden olmuştu. Yani Libya, Tunus ve Mısır’da uygulanacak fonlama sistemi, Türkiye ile girilen mülteci pazarlığında olduğu gibi iyi bir sonuç verirse Avrupa devletleri bir heyula gibi korktukları mültecileri üçüncü ülkelerin üzerine yıkmayı başaracaklar ve işin içinden büyük oranda sıyrılacaklardı. Türkiye’deki yüzde 16’lık geçiş oranı Tunus, Libya ve Mısır’a göre hiç de fena bir oran sayılmazdı.
Gelinen son aşamada AB, “üçüncü ülkeler” ile yapılan iş birliği kapsamında bu kez Mısır'a 80 milyon Euroluk para sözü verdi. İlk ödeme 23 milyon olmak üzere yıl içinde verilecek. Sınır kontrolleri alanında derinleşen iş birliğinin ilk mükâfatı olan bu para, başarı sağlanması yani mültecilere denizde göz açtırılmaması durumunda 57 milyon Euro’luk ikinci dilimle taçlanacak. İnsanlık adına tam bir utanç vesikası!
Haziran sonunda Kuzey Afrika’nın bir başka bölgesinde Fas-İspanya hâkimiyetindeki alanda yüzlerce mülteci dipçiklerle ezilerek darp edilmiş ve 37’si hunharca katledilmişti. İç savaş ve çatışma bölgeleri haline gelen Libya mültecilerin köle olarak satıldığı, fidye karşılığında rehin alınıp işkence gördüğü en berbat alanlardan biri haline geldi. Balkan devletleri ise mültecilere karşı dikenli teller örmekle meşgul. Adı sayılan her bir devletin AB tarafından fonlandıktan sonra mültecilere karşı şiddeti arttırdığını hatırlatalım. Üçüncü ülkelerdeki mültecilerin yaşadığı işkence ve eziyetler kadar temel insan haklarının ilhakı da AB’nin umurunda değil. Yeni göç ve iltica politikasının yansımalarından biri de bu. Yani AB, “üçüncü ülke” olarak ifade edilen topraklardaki baskı ve zulme karşı bundan sonra daha çok üç maymunu oynayacak. Duymayacak, görmeyecek ve hep bilmezden gelecek.
Basın özgürlüğünün ayaklar altına alınması, buna mukabil gazetecilerin hukuksuzca tutuklanıp cezaevlerine atılmaları karşısında AB’nin suskunluğunu şimdi daha iyi anlayabiliriz. Bu hukuksuzluklar, Türkiye ve diğer ülkelerdeki demokrasi mücadelesi karşısında AB’nin yaptığı ikiyüzlülük kadar göç ve mülteci haberciliğinin darbe yemesi bakımından da egemenlerin işine geliyor. Burada bir parantez açarak örnek vermekte fayda var: Geçtiğimiz günlerde tutuklanan Kürt gazeteciler mülteci haberciliğinde de toplumu bilgilendiren önemli haberlere imza attılar. Bu isimlerden biri de Mezopotamya Ajansı Yazı İşleri Müdürü Diren Yurtsever’di. Meriç nehrindeki mülteci geçişlerini haber yapan Yurtsever, 28 Ağustos 2021 tarihli haberiyle “Musa Anter ve Özgür Basın Şehitleri Gazetecilik Ödülleri”nde Jüri Özel ödülüne layık görüldü. Haberin başlığı “Mültecileri Nehre Attıran Komutan Güle Güle Diyerek El Salladı” şeklindeydi. Özgür basın ve halkın haber almak hakkı bunun için çok önemli ve gazeteciler hem insanlık hem de mülteciler için kalemini yere düşürmeyecekler. Halka düşen şey ise kendi haber alma hakkına, gazetecilere ve basın hürriyetine sahip çıkmak.
Bu arada AB’nin emperyalist pragmatik göç politikalarını eleştirirken, ona karşı mücadele edenleri, Türk ve Kürt gazetecilerle dayanışma gösteren Avrupalı basın örgütlerini, kardeş sendika ve partileri de unutmayacağız elbette.
Yarınımız umut. Dünyanın sonu karanlık olmayacak. Marx ve Engels’e ait o özlü sözü güncelleyerek bitirelim: Dünyanın bütün işçileri, ezilen halklar ve mülteciler birleşin!
* Emek Partisi (EMEP) Genel Başkanı