AĞRI - Kürtler için tarih boyunca yaşam ve direniş alanı olan Ararat’ın zirve yolculuğu hem kendinize hem de dünyaya dışarıdan bakma şansını yaratıyor. Yolculuğun her bir adımında yekpare duran bu dağın içindeki derinliklere ulaşılıyor.
Ararat, Glî Dağ, Masis, Agirî, Ağrı… Heybetine, yüceliğine koyulan her bir isim onu anlatıyor, hissettiriyor. Üzerine söylenen her kilam Ararat’ın enginliğinden bir damla gibi önce kulaklara sonra yüreklere süzülüyor. Ararat tehcirle bu topraklardan göçertilen Ermeniler için özlem ise Kürtler için ise bir sığınak, direniş mekânı. Kürtlerin en büyük direnişlerinden birine de ev sahipliği yapan Ararat, isyan muktedirler tarafından bastırılınca bir halkın varlık mücadelesinin gömüldüğü yer olarak da gösterilmeye çalışıldı. Zaman değişti, gün döndü ama ne Kürtlerin direnişi ne de Glî Dağ’ın bu mücadeleye yurt olma hali değişti. Bir dağdan öte sığınak ve belki de ülkenin kalbi oldu mücadele içinde. Adını bu dağdan alan gençler, Masis, Ararat, Agirî oldu, düştü hakikat yoluna.
GÖLGESİNDEN ZİRVESİNE
Bir Doğubayazıtlı olarak “gölgesinde” büyüdüğüm Ararat’a çıkma isteğim hep vardı ama cesaretim eksikti. Çocukluğum Ararat’ı karşıdan izleyerek geçti. Evimizin yanındaki tepeden her baktığımda yeni bir derinliğini keşfettim, içinde olmayı, yakından bakmayı diledim. Kollarımı açarak her ona doğru koşuşumda sanki bir kuşa dönüşüyor ve içine dalıyordum. Ailemin de teşvikiyle bu yaz Ararat’a tırmanma kararı aldım. Kulağımda çocukluğumda babaannemin dinlettiği dengbêj kilamları, aklımda O’nun isyana dair anlattığı hikâyelerden kesitler, tüm yolculuğum boyunca bana eşlik etti.
YÜRÜYÜŞ BAŞLIYOR
Günlerce devam eden antrenman ardından Mustafa Bingöl rehberliğinde Fransız bir grupla birlikte yolculuğumuz başladı. Otel önünden bindiğimiz araçlarla yürüyüşe başlayacağımız alana geçtik. Araçla yaklaştıkça Ararat daha da büyüyor, tepesindeki bulutlar bir masal büyüsüne dönüşüyordu gözümde. Dağın eteğinde yer alan Çarme köyünün ilerisinde araçlar durdu ve kişisel çantalarımız, yiyecekler, kamp alanında kuracağımız çadırlar ve içme suyunun içinde bulunduğu eşyalar atlarla noktalara taşınıyor. Çantalar karışmaması için numaralandırılan çuvallar içerisine yerleştirilerek atlara yükleniyor. Bizde sırtımızda temel ihtiyaçlarımızın olduğu çanta elimizde batonlarla yürüyüşe geçiyoruz. İlk parkurumuz eskiden araçlar için olan ancak hatalı bir yere kurulduğu için sel sularıyla dağılan yol oluyor. Ardından çıkışı kolaylaştırmak için olsa gerek zikzaklı hale dönüştürülen patikada yol alıyoruz. Dağın beni kabul etmesini beklercesine hafif narin adımlarla yürümeye çalışıyorum.
BATONLARA İHTİYAÇ DUYMAYANLAR
Ben yavaş olsam da rehber öncülüğünde devam yürüyüşümüzde, daha önce de farklı dağlara tırmanan Fransız grubun performansı olabildiğine iyi. Öyle ki yürürken atları yukarı çıkaran ekip telefon açarak hızımızı düşürmemizi ya da mola vermemizi istiyor. Biz enerji vermesi için tatlı bir şeyler atıştırırken, atları götüren ekip ve aşçımız Ercan yanımızdan geçip gidiyor. Hepsi Ararat’ın köylerinden olan bu çalışanlar yürümüyor, resmen taşlar üzerinden sekerek yukarıya ilerliyor, birçoğu üçüncü bir ayağa dönüşen batonlara dahi ihtiyaç duymuyor.
SU İLE İMTİHANIM
Hava serin olsa da yakıcı Serhat güneşi nedeniyle verilen kısa molalarda bol bol su içiyorum. 3 bin 200 metre yüksekliğe yaklaştıkça nefes alış verişinde zorlanma yaşıyorum. Bir an yüksek irtifanın bedenimi etkilediğini düşünmeye başlıyorum ki rehberimizden uyarı alıyorum; “Dağcılar bu kadar fazla su içmez. Miden doldukça diyaframını sıkıştırır.”
İlk gün için yaptığımız yürüyüş 3 bin 200 metrede kurulan kampta sona eriyor. Gökyüzünde koca kanatlarıyla süzülen kartallar dikkatimi çekiyor. Zaten her adımda zirveye doğru bakarken, ona meylederken gökyüzünün enginliğinde süzülen ve koca yelkenleri andıran kanatlarını sonsuzluğa salmış bu güzelliği görmemek mümkün değil.
DAĞ OLMAK, ONUNLA BÜTÜNLEŞMEK
Korktuğum olmuyor, ufak bir yorgunluk dışında bir sorun yaşamıyorum. Bir dağa çıktıkça ona uyum sağlamanız, onunla bütünleşmeniz belki de zamanla onun bir parçası olmanız lazım. Aksi halde bedeniniz, ruhunuz buna uygun değilse dağ sizi kabul etmiyor. Bedeniniz hemen reaksiyon sergiliyor ve çoğu zaman yaşayabilmek için geri dönmek zorunda kalıyorsunuz. Çünkü yükseğe çıktıkça basınç artıyor ve oksijen azalıyor. İnsan bedeni de eğer bu duruma alışık değilse ya da kimi rahatsızlıkları varsa bu duruma baş dönmesi, kalp çarpıntısı, nefes alışta zorlanma, şiddetli baş ağrısı, mide bulantısı gibi tepkiler veriyor. İşte tam bu nedenle vücudunuz dinlenmeli, bu şikâyetleriniz uzun süreli ise aşağıya inmeniz gerekir.
DEV BİR KAMP ALANI
Eski dönemlerde köylülerin yazlarını geçirdiği bu yayla artık dev bir kamp alanına dönüştürülmüş. Şimdilerde ise yaylanın belli alanlarında sadece koyunlar ve onlara bakan çobanlar, yazları burada kalıyor. Hem grupların yemeklerinin pişirilip servis edildiği dev çadırlar, geceyi geçirecekleri çadırlar, tuvaletler kurulmuş. Ararat’tan eriyen karlar ise dört bir taraftan mavi hortumlarla kamp alanlarına çekilip depolarda toplanıyor. Bu sular içmek için uygun olmasa da yemek-çay yapımı ve temel ihtiyaçlar için kullanılıyor.
İlk elden hazırlanan çay, kahve, bisküvi ve meyveden yiyip içip soluklanıyoruz. Ardından hem çadırlarımızı kurmaya başlıyoruz ve bir taraftan da kampın kurulduğu alanı izliyorum. Serhat’ın büyük bölümünde olduğu gibi ağaçsız bir dağ Ararat ama bahar yeni gelmiş gibi her taraf yem yeşil. Volkanların aşağılara doğru fırlattığı dev taşlar ve kayaların altında ise rengârenk çiçekler boy veriyor. 4 bin yüzlere kadar bu manzarayı görmek mümkün ancak sonrası için yeşillik de çiçek de görmek pek mümkün değil. Ararat karşıdan bakınca yekpare tek yapı olarak görülse de içine girdiğinizde her bir adımda yeni bir yapı sizi karşılıyor. İşte bu koca dağ içinde ayrı ayrı cennetler barındırıyor gibi. Kafanızı çevirdiğiniz her yerde size başka bir güzellik göz kırpıyor.
MÜZİK EŞLİĞİNDE YEMEK
Akşam 19.00’da yemek için tekrar çadırda bir araya geliyoruz. Çoğunluğu ses ve sahne sanatçısı olan ekip, yemeğin ardından şarkılar söylüyor, onları rehberimiz güzel sesiyle takip ediyor.
Güneşin batışının yarattığı kızıllığı ve minicik görünen şehrin ışıklarına baktıktan sonra herkes yavaş yavaş sonraki güne hazırlanmak için çadırlarına çekiliyor. Saatler ilerledikçe zaten keskin bir soğuk olduğu için dışarıda durmak da pek mümkün değil, uyku tulumları olmazsa çadırların içinde uyumak bile imkansız görünüyor.
İHA’LAR GECE BOYU KEŞİFTE
Gece boyunca ne kampta bizi ayı ve kurtlardan korumak için duran Deqe’nin (kampın köpeği) ne de insansız hava araçlarının (İHA) sesi kesiliyor. Ekipten birçok kişi hem sesten hem de hava değişimin yarattığı rahatsızlık nedeniyle gece pek uyuyamadı.
Sabah kahvaltısını yaptıktan sonra yüksek irtifaya alışmak için 4 bin 100’e doğru yola çıkıyoruz. Yürürken hem bizim kampta hem de başka kamplarda kalan çok sayıda dağcı ekibiyle karşılaşıyoruz. Kimi zirveden dönüyor kimi de bizim gibi yukarıya doğru çıkıyor. Yukarı kampta kalacakların eşyaları da atlara yükleniyor, yine dönenlerin eşyaları da yukarıdan dönen atlara yüklendi. Bu kez daha taşlı bir patikadan ilerliyoruz. Bir önceki güne göre daha dik ve zorlu bir yol gibi duruyor. Patika taşlarla kaplı olduğu için düşmemek için daha dikkatli çıkmamız gerektiği tembihleniyor. Önceki gece rahatsızlanan bir kişi yürüyüşe katılmadı ama ekip, çok disiplinli ve grup ruhunu korumaya özen gösteriyor, başka gruplar gibi parçalanmadan yek pare halinde ilerliyor. Çıkış ve iniş için tek patika olmasından kaynaklı yük taşıyan atlara yol vermek için kimi aralıklarla kenara çekiliyoruz bu da yürüyüş tempomuzu düşürüyor. Bugün temkinliyim bu tarz her kısa mola da sadece birkaç yudum su içiyorum, onun da yettiğini fark ediyorum.
TOZ KAMPINDA MOLA
Biraz daha uzun olan molamızı “Toz kampı” adı verilen ve bir terası andıran alanda veriyoruz. Çantamızda taşıdığımız meyve ve çikolata gibi enerji veren yiyecekleri yedikten sonra tekrar ilerlemek için ayaklanıyoruz. Kafamızı yukarı, zirveye doğru kaldırdığımızda yol boyunca yürüyüşte olan rengarenk giyimli dağcıların tırmanışını görüyorum. Bu görüntü de ayrı bir büyü yaratıyor zihnimde.
4 bin 100 kampına vardığımızda geceyi burada geçirecek başka ekipler hazırlıklarını yaparken, biz yüksek irtifaya alışmak için 1 saat süren mola veriyoruz. Ardından geceyi geçirmek için tekrar 3 bin 200 kampına iniyoruz.
Bu akşam da rutin değişmiyor. Birlikte yemek yiyoruz, onlar kendi aralarında muhabbete devam ederken, çalışanların oturduğu kısma geçip onlarla sohbet ediyorum. Rubar ve Adem babasının düzenlediği kampta çalışan iki küçük çocuk. Yük taşıma, çadır kurma gibi işler yapıyorlar.
Onlar da bana merak ettiklerini soruyor, muhabbetimiz ilerliyor. Grubun aşçısı Ercan, Şexuli köyünden. Bundan önce 7 yıl kadar bir otelde aşçı yardımcılığı ve garsonluk yapmış. Sonra da sıkılınca inşaat işçiliğine başlamış. İnşaat mevsiminde ailesini köyde bırakarak geçimini sağlamak için farklı kentlerde çalışmaya gitmiş. Bu yıl da aşçılık geçmişinden kaynaklı kendi yaylalarının biraz üst kısmında kalan bu kampta aşçılığa başlamış. Her bir ekip geldikçe Ekim ayına kadar böyle burada çalışmaya devam edecek. Her türlü işi yapmaya gücü yetse de dışarıda çalışmaktan memnun değil Ercan. “İnsanın aklı ailesinde, çocuklarında kalıyor” diye de ekliyor.
PARA KARŞILIĞI AJANLIK
Önceki gece boyunca sesi kesilmeyen İHA’yı sorduğum çalışanlar, “İhbar aldıkları zaman hiç kesintisiz böyle uçuyorlar. Para üzerinden ajanlık geliştirdiler bu dağda. O nedenle gerilla da kimseye görünmüyor bu dağlarda” yanıtını alıyorum. Bunun üzerine geçtiğimiz aylarda iktidar medyası tarafından manşetlere taşınan “80 gün süren mağara operasyonu”nun gerçeklik olasılığını soruyorum. Hep bir ağızdan verdikleri yanıt “Yalan söylüyorlar” oluyor.
KESKİN RÜZGAR
Dağdaki üçüncü günümüzde yönümüzü yeniden 4 bin 100 kampına çeviriyoruz. Geceyi orada geçireceğimiz için çadırlarımız ve eşyalarımızı topluyoruz. Yeniden atlara yüklenen eşyalar bizden önce yol almaya başlıyor. Aşçımız Ercan da onlara eşlik ediyor. O kampta temiz su azaldığı için daha çok makarna, hazır çorba gibi daha pratik yemekler tercih edeceğini belirtiyor. Yine bu kampta tuvalet kurulmadığı için alan olabildiğine kirletilmiş. Çöpler de kampa gelenler tarafından özensizce etrafta bırakılmış. Birkaç saat süren yürüyüş ardından kampa varıyoruz ve çadırlarımızı pek de düz olmayan, küreklerle düzeltilse de taşlık olan bu alanda kuruyoruz. Çadırlar arası ara dar, yürürken taşlar çadırlara doğru yuvarlanıyor. Bu nedenle daha küçük ve dikkatli adımlarla ilerlemek zorundayız. Hava aşağıya göre daha sert, keskin bir rüzgar var. Çadırları sabitlemek için kazıklar yeterli gelmiyor, bu nedenle etrafına taşlar dizerek uçmasını engellemeye çalışıyoruz. Tabi bu kamptan Küçük Ağrı Dağı da harika görünüyor. Ararat’ın eşlikçisi, üzerine hikayeler anlatılan küçük kardeşi. Onun üzerindeki bulutları rüzgar alıp zirveye doğru taşıyor.
ZİRVE İÇİN HAZIRLIK
Gece “Zirve yürüyüşü” başlayacağı için erken saatte akşam yemeği yiyoruz, zirvede giyineceğimiz kıyafetleri hazırlıyoruz, yine rehberimiz tepedeki buzlu alanda yürüyebilmemiz için giyeceğimiz kramponları ayakkabılarımıza göre ayarlayarak bize teslim ediyor. Günlerdir hava durumunu da takip eden rehberimiz ayakkabılarımın karlı alanda yürümek için yeterli olmadığını belirtiyor. Beklenen sert havanın gelmesi durumunda beni ekibe dahil edemeyeceklerini belirtiyor. Ayaklarımın üşümesi halinde yürüyemeyeceğimi ve bu durumun tüm ekibin hem zirve yapmasını hem de hayatını tehlikeye atabileceğini belirtiyor. Sıcak su konulması için termoslarımızı yemek çadırında bırakarak dinlenmek üzere çadırıma geçiyorum. Birkaç saat uyduktan sonra çadıra kalkıp yola çıkacağız. Ancak hem heyecandan hem de sırtıma, bacağıma batan taşlardan dolayı pek uyuyamadan 24.00’te kalkıyorum. Sırt çantamı ve tepe lambamı alıp küçük adımlarla bir araya geleceğimiz yemek çadırına gidip kahvaltı yapıyorum. Hava beklenilenden yumuşak olduğu için ekibe dahil oluyorum ama rehber, “ayakların üşürse ve yürüyemediğini düşünürsen geri dön” diye tembihlemeyi unutmuyor.
YER VE GÖĞÜN BİRLEŞTİĞİ NOKTA
Gece vakti yola düşüyoruz ve kent hatta İran’ın sınır köylerinin ışıkları, gökyüzünde ise yıldızlar deryası bize eşlik ediyor. Yukarı çıktıkça hem aşağısı hem de yukarısı sonsuz gibi görünüyor. Tam da bizim yürüdüğümüz noktada birleşiyor gibi bu sonsuzluk.
ARARAT’IN GÖLGESİ
Bu yükseklikteki kamplarda kalan ekipler peşi sıra düşüp zirveye doğru yol alıyor. Tepe ışıklarıyla birlikte ekipler yol aldıkça bambaşka bir görüntü açığa çıkıyor. Yürüyüş ilerledikçe şimdiye kadar yaşadığımız zorlanmanın çok daha fazlasını yaşayacağımızı, asıl zorlu kısmın burası olduğunu anlıyoruz. Patika bu kez çok daha dik ve zorlu noktalarla dolu. Kimi yerlerde soluklanmak için mola veriyoruz. Zirveye yaklaştıkça güneş de doğmaya başlıyor. Ve Ararat’ın arkasından kızıllığıyla güneş görülmeye başladıkça Ararat’ın gölgesi ovaya vuruyor. Herkes telefonlarını alarak bu eşsiz görüntüyü fotoğraflıyor.
Yükseğe çıktıkça hava daha fazla soğuyor ve yürümekten kaynaklı oluşan vücut ısımızı kaybetmemek için kalın kıyafetlerimizi giymeye başlıyoruz. Hava yumuşak olduğu için zirve ve aşağısındaki platoda normalde buz olan alan eriyip kara dönüştüğü için krampon giymemize gerek kalmıyor.
Basınç yükseldikçe hızımızı azaltıyoruz. 4 bin 100 civarında parça parça olan kar, 5 bine yaklaştıkça artıyor. Basınçtan etkilenmeye başlıyorum ve hem kısmi baş dönmesi hem de mide bulantısı yaşıyorum. Öyle ki karlı alanda yürürken zirveye çıkacak gücümün kalmadığını hissediyorum. Rehberimizin de önerisiyle acele etmeden, küçük adımlarla grubun gerisinde kalarak ilerliyorum. Zirveye her ulaşan grup, amaçlarına ulaşmanın mutluluğuyla çığlıklar atıyor, fotoğraflar çektiriyor. Ben ise vardığım ilk anda oturarak soluklanmayı tercih ediyorum. Ardından rehberimiz beni tam zirve noktasına götürerek orada bulunan tabelayı tutturup fotoğraflarımı çekiyor.
SONSUZLUĞUN SEYRİNE DALMAK
İçimde bir taraftan çocukluktan bu yana gölgesinde seyrettiğim Ararat’ın zirvesinden kendime be büyüdüğüm kentte, aslında uçsuz bucaksız sonsuzluğa bakıyorum. Aslında zirve gibi uzak imkânsız görünen çocukluğuma el uzatmış gibi hissediyorum. Bu dağın yüceliğiyle insanları nasıl da büyülediğini bir kez de gözlerimle görüyorum. Sonra da başka gruplara yol vermek için aşağı doğru inişe geçiyoruz. Hem basıncın etkisi hem de mutluluktan sarhoş gibiyiz.
ZORLU VE KEYİFLİ
Küçük molalar ve ana kamplardaki bir saatlik molalar dışında tüm gün aşağıya doğru yürüyüşe devam ediyoruz. Akşama doğru 19.00’da kente varıyoruz. Dört gün süren bu yolculuk, çok yorucu da olsa hem kendisi hem de Ararat’ın derinlerine bakma fırsatı sunduğu için hayatımın en güzel deneyimlerinden birine dönüştü.
MA / Dicle Müftüoğlu